Çevrilemezler ve çevirileri

Seyir defteri

Barbara CASSIN

çevirmen : ALBAYRAK Ömer


  • fr
  • en
  • ar
  • tr
  • çok dilli format
  • Normal format

« Bir dil, ait değildir »

Jacques Derrida, Apprendre à vivre enfin.1

 

Bu notların çıkış noktası bir yapıt : Transeuropéennes’in, geçirdiği dönüşümlerde eşlik etmeyi kararlaştırdığı Felsefelerin Avrupalı Söz Dağarcığı, Çevrilemezlerin Sözlüğü. Tutarlı olması için, birçok elden, çevrilemezlerin çevirilerine ilişkin bir seyir defteri. Bir günlükte olabilecek önemsiz ve düşünceli, ilgili ve ilgisiz şeylerle birlikte –olabildiğince bir Denktagebuch. Başlangıç vuruşu 2007 kasımında Paris’teki Maison de l’Europe’ta “Dillerin Farklılığının İşliği” başlığı altında gerçekleştirilen bir karşılaşmada verildi. Bu karşılaşma aralarında Ali Benmakhlouf’un da bulunduğu Arap çevirmenler ve aralarında Constantin Sigov’un da bulunduğu Ukrayna’lı çevirmenler arasında oldu. Ardından İsviçre Kültür Merkezi’nde Fernando Santoro ve Anca Vasiliu’yla birlikte nostalji üstüne eğlenceli bir keşif yaptık: “Avrupa hastalandığında”. Şiirlere, felsefe metinlerine, şarkılara yerleşmiş, Avrupalıların her bir kültürde ve her bir dilde başka biçimde, ruhun ve bedenin düzeninin bozulduğu hastalık durumunu dile getirdikleri, nerelerinin nasıl hasta olduğunu gösterdikleri Saudade, Sehnsucht, Spleen, Dor, Nostalgie gibi sözcüklerin çevresinde döndü bu keşif.


Çok kısa biçimde, nasıl tasarlandığı ve yayınlandığıyla ilgili olarak (Seuil, Le Robert, 2004), yapıtın kendisinden başlayalım. Fransa’dan ve Fransa dışından 150 araştırmacıyı on yıl süreyle bir araya getiren çok ağır bir çalışma oldu bu. Bu çalışma, dillerin farklılığının belirtileri olan “çevrilemezler”den yola çıkarak, Avrupa’da konuşulan ya da Avrupa için kurucu olan on beş dildeki 9 milyon işaret, 400 madde ve 4000 sözcükten, deyiş ya da ifadeden oluşan, eşine çok az rastlanır bir nesnede son buldu. “Çevrilemezler”den kastedilen, çevrilmeyen değil, çevrilme(me)si durmayanlar: Babil’den sonra mutlulukla. Bu çalışmanın özgünlüğü, uluslararası bilim topluluğu olarak adlandırageldiğimiz çevrelerde takdir edildi, toplum genelindeki yakısı da bundan farklı olmadı (bugüne dek 10 bin civarında satıldı). Bu sözlük bugün farklı dillere çevrilmekte/uyarlanmakta, bu yayın tasarıları da hem zorluğu hem de felsefi ilgiyi arttırmakta. Başka birçok dilin yanı sıra, konumuzla ilgili olarak, İngilizce’ye, Arapça’ya çevriliyor –ne yazık ki henüz Türkçe için böyle bir çalışma söz konusu değil-, bu diller Transeuropéennes’e özgü çokdilliliği kuran diller. Ama aynı zamanda Ukraynaca’ya, Romence’ye, İspanyolca’ya, Portekizce’ye ve belki, bir ihtimal, Farsça’ya da çevrilecek. Ayrıca İspanyolca çevirinin Meksika’da, Portekizce çevirininse Brezilya’da hazırlanıyor olması –İngilizce çevirinin de Amerika’da yapılması elbette- felsefi jeopolitikle ilgisiz bir durum değil kesinlikle.

Öncelikle Söz Dağarcığı’nın hedefine dönelim. Avrupa’nın önümüze koyduğu en acil sorunlardan biri diller sorunu. Sonraki alışverişin gerçekleştirileceği hakim bir dil seçilebilir; ya da farkların anlamı ve yararı görünür kılınarak çoğulluğun korunmasına oynanabilir. Söz Dağarcığı kararlı bir biçimde ikinci bakış açısını seçti.

Bu felsefi ve siyasi bir jest.

Bu jest, çevirmenlerin bilgisini biriktirerek Avrupada’ki felsefi farkların bir haritasını kurma arzusunda. Dil olgusuyla düşünce olgusu arasındaki farkı araştırırken bir dilden başka bir dile geçişte ortaya çıkan zorluklar olan belirtileri dayanak alıyor –mind derken Geist ya da esprit ile aynı şeyi mi anlıyoruz? Pravda, adalet mi demek hakikat mi? Mimesis, imitation [taklit] olarak çevrildiğinde ne oluyor? Bu biçimde her madde bir çevrilemezlik düğümünden yola çıkıyor ve uyumsuzluğu dillerin ve kültürlerin tarihini ve coğrafyasını oluşturan terminolojik ağların karşılaştırılmasına girişiyor.

Böylece, Emile Benveniste’in Vocabulaire des institutions indo-européennes’inin karşılaştırmalı izinde, bu yapıt felsefe için yeni bir tür çalışma aygıtı kuruyor. Kavramlardan değil sözcüklerden yola çıkıyor ve felsefeyi diller içinde yaptığımızın bilincine varmaya zorluyor. “Dili kendi başına ilgi çekici bir şey olarak gören kişi, onu sadece ilgi çekici düşüncelerin aracısı olarak gören kişiden başkadır.”2  O halde tek “var” diyebileceğimiz şey, Humboldt’tan yola çıkarak, dillerin çoğulluğudur: “Dil [langage] kendini gerçeklikte sadece çokluk olarak gösterir”3, dil [langage], sadece doğal dillerin [langues] farkıdır ve başka bir şey değildir. Bu bakış açısına göre çevirmek artık dolmetschen değil übersetzen’dir, yani farklı dillerin nasıl farklı dünyalar ürettiklerini anlamak, bu dünyaların iletişime girmelerini sağlamak ve okuyucunun dilinin yazarın diliyle karşılaşmasını sağlayacak biçimde dilleri birbirleriyle dürtmektir4; ortak dünya, yola çıkış noktası değil, düzenleyici bir ilke, bir erek haline gelir. Çevrilemezlerin Sözlüğü’nün düzeni, işte bu düzendir.


Fakat bu felsefi jest aynı zamanda, günümüzde belki de bütünüyle, siyasi bir jesttir. Hangi dilsel-felsefi Avrupa’yı istiyoruz? Yanıt: istemediğimiz iki tane var ve bunları şöyle nitelendireceğim: ne bütünüyle-İngiliz(ce) ne de ontolojik milliyetçilik.

Birinci felaket senaryosu, yazarı ve yapıtı olmayan sadece tek bir dili öbürlerinin yerine koyuyor: globish, “global english5 ve lehçeleri. Avrupa’nın bütün dilleri, Fransızca, Almanca, vd, sadece kendi ülkelerinde konuşulacaklar, yani lehçeler haline gelecekler ve ortak varlık siyasetiyle tehlike altındaki türler olarak korunacaklar. Shakespeare’in ve Joyce’un ingilizcesi, artık kimsenin anlamadığı bu lehçelerin birer parçası –daha bugünden, herkesin globish konuştuğu uluslararası kolokyumlarda kimsenin anlamadığı tek konuşmacıysa Oxford’dan geliyor. Globish, Pekin’de bir Arap kahvesi istemeye, Brüksel’de, knowledge-based society’de “gouvernance” üstüne bir program çerçevesinde issues ve deliverables önermek amacıyla mektup sunmaya yarayan bir saf iletişim dili. Zorluk apaçık biçimde globish ile İngilizce arasındaki ilişkiden kaynaklanıyor. Tehlikeyi bu denli yoğun kılan tam da bu: pragmatik bir Esperanto ile bir kültür dili arasındaki gizli bir anlaşma tehlikesi. Bir yandan, gerçekten de, belli bir analitik felsefe evrenselin idealliğini göklere çıkarıyor: önemli olan kavramdır, sözcük değil –Aristoteles Oxford’daki meslektaşım. Öte yandansa, evrenselin idealliğini savunan görüşe sıradanın militanlığı eşlik ediyor. Felsefe geleneğinde kendilerini İngilizce ifade etmiş yapıtların ve yazarların tekilliğinde, bu kez bir topluluğun konuştuğu dil olarak kabul edilen  İngilizce, tam anlamıyla olgunun dilidir, kendini korumasını bilen, gündelik konuşmanın dilidir. Söz konusu olan ister ampirizm (Hume) olsun ister linguistic turn’den çıkmış gündelik dil felsefesi (Wittgenstein, Quine, Cavell) olsun, gündelik İngilizce’yi konuştuğumuzda ne söylediğimize dikkat ederken, matter of fact ve fact of the matter, metafiziğin balonlarını söndürüyoruz. Tarihe ve dillerin derinliğine takılıp kalmış bir kıta felsefesini karanlık bir felsefeymiş gibi gösteren bir “analitik İngilizce”ye dayanan ya da onun tarafından desteklenen bir globish’in benzersiz gücünün kaynağı burasıdır. Bu bakış açısından, çevrilemezlik fikrinin kendisi hiç olmamıştır, daha da kötüsü, hiçbir yararı yoktur.

Öbür felaket senaryosu dillerin “ayırıcı niteliği”ne ilişkin can sıkıcı sorunla bağlantılı. Daha felsefi olduklarından, varlıkta ve varlığın söylemesinde daha etkili olduklarından, ötekilerden “daha iyi” diller vardır ve tıpkı üstün ırklara özen gösterir gibi bu üstün dillere özen göstermek gerekir. Bunu karikatür halinde  okumamızı sağlayan, Heidegger’in şu cümlesine dönüyorum hep: “Yunan dili felsefidir, başka bir deyişle [...] felsefe terminolojisince kuşatılmış değildi, aksine dil ve dil yapılanması [Sprachgestaltung] olarak zaten kendi kendine felsefe yapıyordu. Her sahici dil de böyledir, elbette çeşitli derecelerde. Bu derece, dili konuşan ve onda varolan bir halkın ve bir ırkın varoluşunun derinliğiyle ve gücüyle ölçülür [Der Grad bemisst sich nach der Tiefe und Gewalt der Existenz des Volkes und Stammes, der die Sprache spricht und in ihr existiert]. Yunan dilindeki bu derinlik ve felsefi yaratıcılık niteliğini yeniden sadece Alman dilimizde buluyoruz.”6 O halde Yunanca ve, Yunanca’dan daha Yunanca olan Almanca. Sözlük’ün tüm emeği, evrenselci küçümsemenin simetrik tersi olan, dilleri bu tür bir sınıflandırmaya tabi tutma ve çevrilemeyeni kutsallaştırma eğiliminin tersi yönündedir.

Bu iki sakınca arasında tutulacak yol Deleuze’e ait bir terimle dile getirilebilir: “topraksızlaştırma”. Humboldt ekler: “Dillerin çeşitliliği, bizim için dünyanın zenginliğindeki ve onda bildiğimizin çeşitliliğindeki bir artışın dolaysız koşuludur; böylece aynı zamanda insan varoluşunun alanı da bizim için genişler, belirli ve gerçek hatlarıyla yeni düşünme ve hissetme biçimleri de kendilerini bize sunar”7. Sözlük’ün tek isteği de budur.

Söz Dağarcığı’nın çevirisi, ya da daha doğrusu çevirileri, bu karşılaştırmalı çalışmayı çoğaltacak.

Gerçekten de, mekanik bir çeviri söz konusu olamazdı. Söz Dağarcığı “çevrilemezler”i elbette uluslararası ve çokdilli bir uzamın bağrında düşündü ama yine de Fransızcaydı –sözcüğün dar anlamıyla, Fransızca konuşan- ve bunları üstdil olarak Fransızca aracılığıyla betimledi. O halde başka bir dile yapılacak her çeviri önce “jenerik” ya da “üstdilsel” Fransızca maddelerle “deyimsel” Fransızca maddeleri birbirinden ayırmak zorunda olacaktır. Bu farkı, örneğin şu iki maddeyi karşılaştırarak anlayabiliriz: “Aimer, amour, amitié” [Sevmek, sevgi/aşk, arkadaşlık] ve “Nostalgie” [Nostalji]. “Aimer”, Fransızca’da, Yunanca eran, agapan, philein’den İngilizce to love, to like’a dek gelen ve ayrımsal olarak çözümlenebilecek bir anlamsal yüzeyde yer alıyor, bu nedenle, çevrilecek dilde, maddenin bu terminolojilerin bütününün tarihini ve coğrafyasını sergilemesine izin verecek bir jenerik terim –bir ya da birçok- bulmak gerekecek. Buna karşılık, Yunanca’dan İsviçre Almancası üzerinden gelen Fransızca “Nostalgie” sözcüğüyse deyimseldir, tıpkı saudade’nin Portekizce, Sehnsucht’un Almanca, dor’un Romence olması gibi “Fransızca”dır. Kimi zaman Fransızca madeyi tutmayı kimi zamansa kök sözcüğü [lemme] (yani bir maddeyi adlandırmaya yarayan terimi ya da terimleri)  öbür dile aktarmayı gerektiren bu ilk ayırma ve seçme çalışması, bayağı bir çeviri editorlüğü çalışması değil, çeviriye bağlı bir felsefe çalışmasıdır.

Jenerik maddeler için belli bir dilde eşdeğer olarak iş görecek sözcüğün ya da sözcüklerin seçimi ikinci bir felsefi sorunu oluşturur. Söz Dağarcığı’nın da nesnesini oluşturan dillerin ve ağların üst üste konamazlığının göstergesidir bu sorun. Kök sözcüklerin bu seçimi öte yandan, her dil için ayrı ayrı, özellikle de alıntılar söz konusu olduğunda çözülmesi gereken güçlükleri ve ikilemleri büyüten bir aynadır. Alıntılarda, Fransızca’da olduğu gibi, varolan çevirilerin, alışılagelmiş eşdeğerli sözcükler söz konusu olduğunda yetersizliklerini apaçık bir biçimde göstereceklerini öngörmek hiç de zor değildir.

Korsika’da temmuz başında, denize karşı Emily Apter, Jacques Lerza, Michael Wood ve Etienne Balibar’la birlikte A’dan Z’ye giriştiğimiz kök sözcüklere ve dile ilişkin bu ilk çalışma buydu.


Çeşitli çevirmen gruplarının algılarını, ölçütleri, gerekçeleri, ilgileri ve etkileri karşılaştırmak büyük önem taşıyor.

Her bir dil için mesele zorunlu olarak özdeş değildir. Her bir dile yapılan çeviri bir terminoloji saptayacaktır. Ama bu terminoloji sadece kültürel nedenlerle değil, ulusal duygularla iç içe geçen tarihsel ve siyasi nedenlerle de günümüzde az çok dalgalı olmaya yatkındır. Örneğin, Slav ve Latin öğelerin iç içe geçtiği ve rekabet ettiği Romence’de durum budur. Özel olarak siyaset felsefesi alanında Ukrayna’da durum budur. Ukrayna diline çeviri ilk olarak, Lille’deki Cité-philo’daki unutulmaz oturum sırasında, Söz Dağarcığı’nın Slav dilindeki karşılıklarını üreten Constantin Sigov ve çalışma arkadaşlarıyla birlikte kararlaştırıldı.

Kullanılacak başlıca araç eşadlılık üstüne bir çalışmadır: bir dilde başka bir dil açısından, ve ters yönde, eşadlı olan nedir? Kendi içinden yalıtılmış olarak değerlendirilen bir dilde görünmeden ya da göze çarpmadan kalabilen, ama aynı zamanda da ayrımlı bir biçimde onu niteleyen ya da kuran eşadlı sözcükler, bir dilden öbürüne geçildiğinde “topraksızlaşma”yla birlikte nasıl gün ışığına çıkıyorlar? Başka bir dile geçişle, “çeviri”yle [tra-duction8] bir kültüre ve bir geleneğe ilişkin ne görüyoruz? Eğer Lacan’ın “L’Etourdit”de söylediği, “Bir dil, başka şeylerin yanı sıra, tarihinin onda varlığını sürdürmeye bıraktığı ikircil anlamların bütününden fazlası değildir” cümlesi doğruysa, o halde iki dili ve onların dünyayı parçalara ayırma biçimlerini karşılaştırmak için sağlam bir ipe tutunuyoruz demektir. Bir örnek bunu daha iyi anlamamızı sağlayacak. Genellikle “hakikat” olarak çevirdiğimiz “pravda” en başta “adalet” demek (Yunanca dikaiosunê’nin çevirisi), bu haliyle de Fransızca açısından eşadlı gibi  görünüyor. Ters yönde, Fransıca’daki “vérité” [hakikat] Slav dili açısından eşadlı çünkü adaletten gelen “pravda”yı ve varlıktan ve kesinlikten gelen “istina”yı ezip geçiyor. Aynı biçimde ışık/dünya anlamına gelen “svet” kökünün “bizim” için ortaya çıkardığı anlam belirsizliğini, barış, dünya ve köylü komünü anlamına gelen “mir”in –Tolstoy sürekli bu anlamlarla oynardı- sorunlu eşadlılığını düşünebiliriz. Bu biçimde sorgulanan, apaçık bir biçimde dil-gelenek-kültür’den oluşan bir bütündür.


Her çeviri böylece bir uyarlama ve bir serüvendir. Stratejilerini geliştirir ve ortaya çıkarmayı istediği etkiler üstüne düşünür. Felsefeyle edebiyat arasındaki ilişkiyi yeniden düzenlemesini dışarıda bırakırsak, İspanyolca konuşan dünya kuşkusuz kendisini buna en yakın dünya olarak ortaya koyuyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde felsefede dillerin farklılığının kabul görmesi de kendiliğinden olmamaktadır çünkü burada belli bir Anglo-sakson analitik felsefesi, onları dile getiren sözcüklerden bağımsız, mekanla zamanda pek yeri olmayan kavramları varsayıyor daha çok. Son olarak, Arap dünyası açısından mesele çok büyük çünkü elbette tarih daha önceden bir araya getirmiş olsa da –Arapça’nın Söz Dağarcığı’nda hem geçiş dili hem de felsefi aktarımın vektörü olarak bulunması buna tanıklık ediyor- uzun zamandan beri birbirlerini  büyük ölçüde yok saymış –günümüze dek Arapça’ya çok az modern çeviri yapılmış olması da bunun tanığı- dilleri birbirlerine açmak söz konusu.

Günümüzdeki Farsça ile ilgili olarak belki sadece Farsça-Arapça ilişkisi meselesinin dikkate değer olduğunu söyleyebilirim. Bunu Transeuropéennes ile birlikte, Maison de l’Europe’da Kuran çevirileri konusunda bize kitabı Langues en conflit: l’arabe et le persan aux premiers siècles de l’Islam’ı9 10 sunduğunda Azartash Azarnoosh sayesinde keşfetmeye başladık. Japonca, Çince, Hintçe vd gibi büyük heterojen dil kıtalarıyla ilgili henüz hiçbir şey bilmiyorum.


Çevirilerin her biri biçim değişikliklerine gidiyor, ve ikinci olarak, bizim karşılaştırmak istediğimiz işte bu biçim değişiklikleri: diller ve kültürler arasındaki farkı ciddiye almak, buna ışık tutmak ve çeviri sorununu ikiye katlayan, pratik üstüne eleştirel bir düşünmeye zorlayan ve güçlü bir karşılaştırmalı sorgulama aracını kuran bu benzersiz çeviri düzeni aracılığıyla onu sorgulamak.

Kısa ve orta vadedeki hedef Söz Dağarcığı’nın çevirisini düşünülen her dilde iyi bir biçimde tasarlamaya ve gerçekleştirmeye yardımcı olmaksa, çeviri işleminin maruz kalacağı tüm onarımların ve uyarlamaların gerçek boyutlarını görünür hale getirmek ve düşünmek de daha uzun vadedeki bir hedeftir. Çalışmalarımızı sona erdirirken her bir çevirinin özgünlüklerini, Fransızca “orijinal”ine göre eklerini ve dönüşümlerini bir araya getirmeyi ve bunları Fransızca yayınlamayı tasarlıyoruz (öncelikle ve her durumda Fransızca, ama anagkê stênai, der Aristoteles: bir zaman durmak, rastgele durmaya karar vermek gerekir). Bu kendi başına bir cilt olacak ve bizim için “Dillerde felsefe yapma”nın dolambaçlarının rehberi olacak.

Bu aynı zamanda bir elektronik ağ üzerinden ve İnternet ortamı üzerinden izlenecek bir jest. Bunun önemine ve özelliğine de tıpkı Transeuropéennes’in bu yeni biçimine inandığım gibi inanıyorum.

Somut olarak, Ukrayna diline çeviri önce fasiküller halinde yapılıyor. Her fasikül, bir asıl yazarı ve konusuyla bir kitap rolü oynayabilir, daha sonra da hepsi organik bir bütün, pan değil holon, olarak yeniden düzenlenir. Arapça çeviri de fasiküller halinde ilerlemeyi seçti ama elektronik yayın için henüz bir karara varılmadı. Buna karşılık Anglo-sakson, İspanyolca ve Romence çevirilerin, en azından ilk başta, kağıda basılı tek bir cilt olarak hazırlanması önerildi.

O halde yayıncılarla birlikte Söz Dağarcığı’nın ve çevirilerinin/uyarlamalarının İnternet’e konmasını sağlayacak koşullar üstüne düşünmek gerek. Burada gerçekten de bu çalışmanın ruhuna uyan bir şey var. Bir yandan, Söz Dağarcığı kapalı yapıttan çok bir jest olduğundan –Humboldt’un dili nitelendirdiği terimi kullanacak olursak, ergon’dan ziyade bir energeia; öyle ki her bir dil için belirtilerin eklenmesi apaçık bir biçimde tutulan yolla aynı yönde gidiyor. Öte yandansa, bu eklemeler, felsefi geleneklerin ve kültürlerin karşılaştırmalı bir ağını gözle görünür bir biçimde kurmak için kendilerinde birbirleriyle rezonansa girme yetisini taşıdıklarından. Elbette söz konusu eklemeler üstünde bilimsel bir denetim kurmak koşuluyla –bu tür bir denetimi tanımlamanın kolay olmadığı doğru, Wikipedia kendi tarzında bunu kanıtlıyor. Bana öyle görünüyor ki her durumda hem yeni maddelerde içerilen “felsefi enformasyonların” doğrulanması hem de sözlüğün karşılaştırmalı “ruh”una, diller arasında yapılabilecek her türlü sıralamadan olabildiğince uzakta, ihanet edilmemesi gerekiyor; burada ele almayı istemediğim sorun, apaçık bir biçimde kimin polislik yapacağı sorunudur.

Böyle bir ağ, kalkış noktası, yani “anahtar sözcükler” olarak, sadece maddelerin oluşturduğu birbirlerine karşılık gelen kök sözcükleri değil, aynı zamanda maddelerin çevrelerinde oluştukları alıntıları (ve / ya da onların kaynaklarını) da alacaktır ve bunları hem kendi dillerinde hem de mekanda ve zamanda çeşitli olan çevirilerinde yayınlanacak biçimde yapacaktır. Burada ECHO (European Cultural Heritage Online, 5. Araştırma ve Teknolojik Geliştirme Çerçeve Programı süresince Max Planck Enstitüsü rehberlik ediyor) projesine katılırken başlatılan çalışmayı izleyeceğiz. Bu çalışma, maddeler arasındaki ilişkileri harita biçiminde gösterebilen, hypertext araması yapabilen, dış bağlantılar veren, anahtar sözcüklerle, özel adlarla ve alıntılarla yapıtlara çeşitli dillerde erişmeyi olanaklı kılan bir yazılım prototipini ortaya çıkardı (örneği Max Planck sitesinden ve Robert’in sitesinden [http://robert.bvdep.com/public/vep/accueil.html] izlenebilir, özel olarak “Bild” maddesine bakılabilir). Fransızca sözlüğün resimli sözcük dağarcığına dayanan bu örneği, haritaları karşılaştırabilmek ve hem içeriden hem dışarıdan dolaşımı sağlamak için aynı maddelerin belli başka dillerdeki uyarlamalarına hızla yaymak gerekiyor.


Daha da uzun vadede böyle bir araştırma bilgisayarlı çeviride yürürlükte olan modeller üstüne bir düşünmeye de uzanacaktır. Bir anımı anlatayım: CNRS’in kurumsal dolayımlarından geçtikten sonra çeviriyi ve onun zorluklarını hedef alan bir Felsefelerin Avrupalı Söz Dağarcığı için Avrupa’dan nasıl destek alınabilir diye düşünürken soruma şu tek satırlık cümleyle yanıt almıştım: “Avrupa sadece bilgisayarla yapılan çevirilerle ilgili projelere destek veriyor.” Başka türde bir itaatle bu yanıttan intikam almak isterim.

Systran’a11 bağlı olarak bugüne dek yürürlükte olan başlıca model, ortak payda olarak işlev gören bir ara-dil üzerinden, ki bu İngilizce, bir dilden başka dile geçiş yapmaktan ibaret. İngilizce’nin kendisi daha önceden (temel olarak Wordnet üzerinden) belirsizliklerinden arındırılmış, yani doğal dil konumundan ara-dil konumuna geçmesi için dönüştürülmüştü. Belirsizliklerden arındırma, tekil olan ve dilin açıklığa kavuşturduğu sözcükten evrensel kavrama geçişin aracı olarak anlaşılıyor. Bu kavrayış, eşadlılığı dilin kökenindeki hastalık olarak kuran Aristoteles’ten, characteristica universalis’le12 hesaplama işlemlerini olanaklı kılacak bir özdeşlere indirgemeyi hedefleyen Leibniz’e dek felsefe geleneğinin önemli bir parçasında var olan bir kavrayış. O halde çevirmek, bütün doğal dilleri, tarafsız, niteliksiz, tıpkı bir makas gibi herhangi başka bir doğal dile geçişe izin veren tek bir kavramsal dilde bir araya getirmek anlamına geliyor. Bu bakış açısından doğal diller arasındaki fark apaçık bir biçimde arızi ve indirgenebilir bir fark.


Söz Dağarcığı’ndan ve çevirilerinden yola çıkarak tersine bir modelin olanağını incelemek istiyorum: birliği hedeflemek yerine çoğulluğa meydan okumak ve çoğulluktan yararlanmak. Karşılaştırma ortak bir tertium quid13 (kavramsal bir dil, “globish-technish”) değil, aksine, terminolojik ağların bir dilden öbürüne, hatta aynı dil (çağ, tür, yazar, tarz) içinde bir yapıttan öbürüne hangi durumlarda üst üste konabilir ve hangi durumda üst üste konamaz olduklarını; benzer biçimde cümle dizilişlerinin hangi durumlarda üst üste konabilir ve konamaz olduklarını göstermeye yarayan ortak bir uzam ya da geometri, bir topik, bir topoloji gerektirir. Bu haliyle bir doğal dilin asıl niteliği olarak eşadlılığın yeniden değerlendirilmesi bir anahtar sunuyor. Lacan’ın L’Etourdit’de söylediği cümle burada da işaret noktası olabilir. İkili anlamların sayımı, semantic web için olduğu gibi, zorunlu bir geçiş noktası oluşturuyor. Ama onları ele alma biçimi önemli ölçüde farklı: onların bir kısmı, her seferinde farklı bunlar, bir dilin kurucu öğeleri, arızi değiller ve artzamanlı olarak evriliyorlar, son olarak, her şeyden önce bu dilin dışından görülebiliyorlar. Böylece “bizim” (hangi “biz”?) için Rusça pravda ikianlamlı bir biçimde “hakikat” ve “adalet”, ya da svet “ışık” ve “dünya” anlamına geliyor. Benzer biçimde bir Latin için logos aynı anda hem ratio hem de oratio anlamına geliyor, ya da “bizim” için İspanyolca’daki ser ve estar bir fark taşımıyorlar.

Epistemolojik varsayımlar fark gösteriyorlar o halde: konumuz kavramlar değil sözcükler, yani dillerdeki sözcükler, ve kuşkusuz çok güçlü bir biçimde bağlamları olan, yapıtlarda ve metinlerde (küresel/yerel sorun) tutulmuş olan sözcükler. Buradan bir sorular demetine geliyoruz: bir sözcüğün, bir ifadenin, bir cümlenin eşadlara ilişkin “zenginliğini” nasıl biçimselleştirmeli? İki “zenginlik” arasındaki ilişkiyi nasıl biçimselleştirmeli? Ağların hattını nasıl modellemeli ve üst üste gelemezliklerini nasıl görünür kılmalı? Bir eşadlar bulutundan başka bir eşadlar bulutuna geçişi modelleyebilir miyiz? Bu sorular, çeviri ideolojisi değişmedikçe ara-dil modelini dayatmaya başlayan çakışmalara ve bağlamlara ilişkin sorularla buluşan sorular. Bunlar çalışmalarımızın uzak ufuklarını oluşturuyor.

Ağustos 2009

 

Notlar

1 Jean Birnbaum ile söyleşi, Galilée/Le Monde, 2005, s. 39

2 Nietzsche, “Dil Üstüne Parçalar” (Homeros ve Klasik Filoloji için çalışma notlarından, 1868-1869), fr. çev. J.-L. Nancy ve P. Lacoue-Labarthe, Poétique, 5, 1971, s. 134.

3  W. von Humboldt, Über die Verschiedenheit des menschlichen Sprachbaus und ihren Einfluss auf die geistige Entwicklung des Menschengeschlechts, Gesammelte Schriften içinde, yay. haz. A. Leitzmann vd., Berlin, Behr, cilt VI, s. 240.

4 “Ya çevirmen yazarı olabildiğince rahat bırakacak ve okuyucunun onun karşısına çıkmasını sağlayacak, ya da okuyucuyu olabildiğince rahat bırakarak yazarın onun karşısına çıkmasını sağlayacak” (Schleiermacher, Des différentes méthodes du traduire [1817], fr. çev. A. Berman, Seuil, Points-bilingues, 1999, s. 49), Schleiermacher ile birlikte birinci yolun huzursuzluğunu seçerek bu ünlü ikiye ayrılmayı açarak ifade ediyorum.

5 Bu terimi Jean-Paul Nerrière’den ödünç alıyorum: Don’t speak English, parlez globish (Eyrolles, güncellenmiş ve tamamlanmış ikinci basım, 2006)

6 M. Heidegger, De l’essence de la liberté humaine, Introduction à la philosophie [1930], Fr. Çev. E. Martineau, Gallimard, 1987, s. 57 vd. Cümlenin sonundaki bir not şöyle der: “Krş. Meister Eckhart ve Hegel”. [Vom Wesen der menschlichen Freiheit, GA 31 (ç.n.)]

7 “Fragment de monographie sur les Basques” [1822], La langue source de la nation içinde, P. Caussat, D. Adamski, M. Crépon, Mardaga, 1996, s. 433.

8 Tra-duction: Sözcüğün Latince’deki anlamını vurgulamak için yazarın yaptığı ayırma: trans-duco: öteye taşımak, öteye götürmek (ç.n.) 

9 Fransızca çevirisi Fayard yayınevince hazırlanıyor.

10 Çatışma Halindeki Diller: İslam’ın İlk Yüzyıllarında Arapça ve Farsça (ç.n.)

11 Systran: Bilgisayarlı çeviri alanındaki en eski şirketlerden biri (ç.n.)

12 Leibniz’in hayal ettiği evrensel dil (ç.n.)

13 Lat.: Üçüncü şey (ç.n.)

 

Fransızca’dan çeviren Ömer Albayrak